15 yaşındayken There Is A Light That Never Goes Out'u ilk dinlediğim an, müziğe karşı bakış açım ve hislerim tamamen değişmişti. The Smiths hakkında pek bir şey bilmiyordum ama o şarkıdan sonra onlarla ilgili ne varsa dinlemeye ve okumaya başladım. Doğduğum sene yayınlanan The Queen Is Dead'in beni o kadar etkileyeceğini nereden bilebilirdim? Birkaç sene öncesine kadar Backstreet Boys ve türevlerini dinlerken, birden Moz'un beni kalbimden vuran sesiyle tanışmak ve şiirsel sözlerinde kaybolmak daha önce tattığım hiçbir şeye benzemiyordu. Moz'un kızgın, kırgın, öfkeli şarkıları, ergenlik dönemimin soundtrack'i gibi olmuştu. En iyi arkadaş grubum, tabii ki bana, benim duygularımı anlatan Morrissey, muhteşem gitarıyla eşlik eden Marr, Joyce ve Rourke olmuştu.
O yaştan sonra, hayatımın her döneminde The Smiths şarkılarını ayrı bir duyguyla dinledim. Hani küçükken bir klasiği okur seversiniz ama 10 sene sonra okuduğunuzda tamamen başka şeyler görürsünüz ya, işte benim için The Smiths şarkıları da böyle. Öyle zamansız, öyle kusursuzlar ki... 12 sene önce bu şarkıları ilk duyduğumda, içimdeki isyanın dışa yansımasını hissediyordum. Ergenliğin yaşattığı duygularla birlik olmuştu o şarkılar. Şimdi o halimden eser yok ama hayat her zaman güzel değil. Hatta bazen hiç değil. "Keşke uyusam ve aylar sonra uyansam" dediğim zamanlar da oluyor, işte o zaman yine açıyorum The Smiths'i. Bazen o şarkılar sayesine güç buluyorum, bazen sadece sakinleşip dinliyor ve uyuyorum. Unutmak istediklerim uyanınca geçmese de, en azından benim gibi hisseden birileri olduğunu biliyorum.
Bundan tam 30 sene önce, 13 Mayıs 1983'te ilk single'ları Hand In Glove'u yayınlayan The Smiths sadece beş sene bir arada olsa da, yarattıkları müzik bir ömre bedel. Evet ben "The Smiths, dünyanın gelmiş geçmiş en iyi grubu" diyenlerdenim. Ölene dek onlardan iyi bir grup çıkar mı bilmiyorum ama onların değil 30, dünya durdukça dinleneceklerini biliyorum.
İyi ki doğdun Hand In Glove, iyi ki hayatımızdan geçtin The Smiths.