8.8.13

The xx - 7 Ağustos 2013 İstanbul konseri

Instagram:@manolyafikri

Bir filmin fragmanını izler, hakkında biraz fikir edinir ama tamamını izlemeden bilmezsiniz ya, ben The xx konserinde bunu yaşadım. Aslında defalarca konser videolarını izlemiş, hatta bazılarını ezberlemiştim ama onlar sadece fragman niteliğindeymiş. Bu grubu canlı izlemek, filmin tamamını görmekmiş, bambaşka bir duyguymuş.

On Your Horizon'ın performansından sonra, sahne ekibinin hızlı adımlarla çalışmaya başlaması benim de kalbimin ritmini artırdı. O bir saat geçmek bilmedi ama ışıklar açılıp, Try'la açılışı yaptıklarında hipnoz seansımız başlamış bulundu. Şarkıları neredeyse albüm kalitesinde çalıp söylüyor, ışık oyunlarıyla da sahneyi bambaşka bir boyuta taşıyorlardı. Önde demirlere yapışmış, tamamen onlara odaklanmış bir haldeyken, lazer şovunun aslında daha çok arkadakilere "Wow!" dedirttiğini biliyordum. Bense Romy'nin sesinin güzelliğinin karşısında erimiş, Oliver'ın sesiyle bütünleşen oyunculuk yeteneği ve bakışları karşısında donup kalmıştım. Hani herkesin şu çok sevdiği ve neredeyse "iyi"yle aynı anlama getirdiği "seksi" kelimesi var ya, Oliver için gerçek anlamda bunu kullanabiliriz sanırım. Etkileyici sesi, bakışları, Romy'ye yaklaşıp neredeyse biraz sonra dudaklarına yapışacakmış gibi görünmesi ve sahnedeki duruşu, onu "Yaşayan en seksi erkek vokaller" listesine sokabilir. Romy'nin de ara sıra seyircilere yaklaşıp gülümsemesi, cool görünümünün altındaki sıcak kişiliğini ortaya çıkarır gibiydi. Onların biraz gerisinde dursa da, aslında keyboard'u ve perküsyon aletleriyle performansı tamamlayan ve ona bu büyülü dokunuşu sağlayan Jamie'nin etkisi de anında hissediliyordu.

Instagram: @manolyafikri

İkili vokal gerçekten muhteşem bir şey ama Oliver ve Romy'ninki gibi birbirini dengeleyen ve yin-yang etkisi gösteren seslere her zaman rastlamak mümkün değil. Sesin haricinde, sahnedeki duruşları da şu yaşıma kadar izlediğim bütün gruplardan çok farklı. Aralarında aşk olmasa da, iki yaşından beri birlikte olmaları, birbirlerini çok iyi tanımaları ve birlikte çok rahat olduklarını hissetmek onları farklı bir konuma getiriyor olabilir.

Onları izlerken gerçekten büyülendim ve bazı şarkılarda aklımı da kalbimi de orada bıraktım. İnsanın içine işleyen türden dedikleri bu olsa gerek. Sadece bir kere çok kısa süren teknik bir aksama haricinde, iki albümü dengeleyerek oluşturdukları setlisti çatır çatır çaldılar. Hafızamda yanlış bir şekilde konumlanmadıysa, setlist buraya gelmeden önceki son konserleriyle aynıydı. Bir saati biraz geçen performans boyunca neredeyse hiç dinlenmediler ama performanslarında en ufak bir aksama olmadı. Simsiyah görünümlerine rağmen, içimizi ışıkla doldurmayı başardılar. Festival ve konserlerle dolu olacağını düşündüğümüz yaz aylarında, Soundgarden'dan sonraki ilk konserim bu oldu, hayatımdaki en güzel bayram hediyesi olarak kayıtlara geçti.

Setlist
Try - Heart Skipped A Beat - Crystalised - Reunion - Sunset - Missing - Fiction - Night Time - Swept Away - Shelter - VCR - Islands - Chained - Infinity // Bis: Intro - Angels


- Crystalised, Angels ve Chained'i çekebildim. Buyrunuz:








Ufak notlar:

1- On Your Horizon'ı daha önce izlememem büyük bir kayıpmış bunu anladım. Hani sabırsızlıkla beklediğiniz grupların öncesinde çalanlara tahammül edemezsiniz, bitirseler de gitseler dersiniz ya, bu kez tam tersi oldu. O kadar güzel çalıyorlardı ki, kısa sürdüğüne üzüldüm. Bir ay sonra, Rock'n Coke sahnesinde görüşürüz diyorum.

2- Konser seyircimizde neden bir adım bile ilerleme olmuyor? Hayret ediyorum. Alakasız yerlerde hoplayıp milletin üstüne çıkmalar ve radyo yutmuş gibi konuşan insanlar her yerde! Bu yüzden her konserde en öne yapışıp saçma kalabalığı kendime göre biraz engellemiş oluyorum ama oraya müzik dinlemek için gelen insanların suçu ne? Konser adabını bir öğrenebilsek, her şey çok daha güzel olacak.

3- Parkorman hem ulaşımı hem de atmosferi açısından konserler için çok iyi bir mekan, umarım gelecek yaz da orada bir sürü konser izleriz. Vodafone ve Pozitif'e sonsuz teşekkürler!

5.8.13

Mumford kardeşlerin Hollywood atağı



Sevgili Mumford'lar bende "Uzak bir ülkede olan ve uzun zamandır görmediğim abi" hissiyatını uyandırıyor kimi zaman. Öyle sıcak, naif halleri ve uslu uslu seslenişlerini çok çok severim. Her daim yerleri ayrıdır.

Beni benden alan ilk albümleri Sigh No More'dan sonra Babel'de büyük oynadılar, İngiliz kırsalını dünyaya taşımaya niyetliyiz dediler. Yaptılar, oldu. İngiltere'de bir numaraya yerleşen, Eylül'de yayınlanan albümden beklemediğim bir şarkıya - Hopeless Wanderer, beklemediğim kadar şahane bir klip geldi.

Klipte bir süre boyunca Mumford kardeşlerin yüzünü seçemiyoruz ama sonra ortaya çıktıklarında aslında onların yerinde dublörlerinin olduğunu görüyoruz! Hem de öyle böyle değil, Hollywood'dan çıkma şahane bir dörtlü geliyor ekranlara. Ed Helms, Jason Bateman, Will Forte ve Jason Sudeikis! Çok tutkulu bir şekilde enstrümanları çalıyor, kalplerini ortaya koydukları bir performans sergiliyorlar. Hem bu tatlı adamların bir arada olması, hem de Mumford'ların bizi şaşırtması çok hoşuma gitti. 3:20'de gülme krizi garantili videoya buyurun.


Büyüksün Roger Waters!



Sanırım hayatımdaki en büyük pişmanlıklardan biri olarak kişisel tarihime geçecek bugün. Roger Waters konserine isteyip de gidememek, konserden gelen fotoğraf ve videoları görünce daha büyük bir acıya dönüştü. The Wall turnesi kapsamında gerçekleşen bu konserin, dev sahne gösterisi dışında çok daha büyük olaylara ev sahipliği yapacağını tahmin etmek zor değildi. Zira, konser başladıktan sonra Twitter ve Facebook'a düşen görseller de bunları doğrular nitelikteydi. Waters'ın "Hoşgeldiniz" diyerek konuşmaya başlaması, şarkılarını devlet terörü kurbanlarına adaması ve Gezi direnişi boyunca kaybettiğimiz arkadaşlarımızın dev ekranda belirmesi... Fonda da "Bu daha başlangıç mücadeleye devam!" ya da "Her yer Taksim, her yer direniş!" sloganları. Herhalde orada bunu yaşayanlar için, bu yazın en anlamlı günlerinden biri olmuştur.



Şu tweet'i görüp de duygulanmayan, gözünden bir damla yaş süzülmeyen olmuş mudur?





14.6.13

Umudumuz var mı?



Her akşam işten çıkıyoruz, deniz gözlüğümüz, Talcid'li suyumuz, maskemiz çantamızda, Gezi'ye gidiyoruz. Bazen saatlerce, bazen sadece 1-2 saatliğine. Gitmezsek içimiz rahatlamıyor, vicdanımız susmuyor. Aileler tedirgin, çoğumuz hala yalan söylüyoruz. Ya da gittikten sonra "Şeey... Ben Gezi'deydim" diye itiraf ediyoruz. Aslında biz korkmuyoruz, sadece aşırı heyecanlıyız. Sonunda bir olduğumuz için, aramızdaki farklara rağmen birbirimizi sevdiğimiz için, birlikte çok kuvvetli olduğumuz için, tarihi anlara tanıklık ettiğimizi hissettiğimiz için. Tek korkumuz annemizin-babamızın üzülmemesi. En azından benim tek korkum bu. Onları üzmeyi hiç istemiyorum. Sırf bu yüzden güçlü olmaya, polise yakalanmamaya, yaralanmamaya çalışıyorum. Annemler üzülmesin, gerisi dert değil. 

Sonra toplanıyoruz arkadaşlarla, neden burada olduğumuzu soruyoruz. Sanırım hepimizin ilk cevabı: vicdan. Derken şu cümleler dökülüyor dudaklarımızdan:
"Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak."
"Bundan önce biz ne yapıyormuşuz?"
"Biz kazanacağız, bir gün bu konu kapanacak, rutin hayatımıza geri döneceğiz ama bu kez her şey değişmiş olacak. Haklarımızı biliyoruz ve artık susmayacağız"


İçimizde sönmek bilmeyen bir ateş var ve sadece adalet yerini bulduğunda rahatlayacağımızı hepimiz biliyoruz.

Bir yandan da, direniş başladığında politik olmamak üzerine kuruluydu her şey. Şimdiyse, bu hareketten politik bir duruşun çıkmasını bekliyorum. Ama Gezi'deki flamalılardan değil. Yıllardır bir adım atamayan küçük grupların arkasında durmak, onların bayrakları altında durmak istemiyorum. Hele Abdullah Öcalan bayrağı taşıyan insanların yanında durmayı hiç istemem. Herkesin fikirlerine destek olacak bir grubun çıkması zor ama bu hareketten ders çıkaran, insanların ne istediğini bilen bir partinin çıkmasını çok isterdim. Ne dersiniz, umudumuz var mı?

9.6.13

#OccupyGezi // Özgürlük, barış ve huzur için


Bir ağaçla başladı her şey. Bütün farklılıklarımıza rağmen hepimizi bir araya getirdi. Yıllar süren uykumuzdan uyanıp, özgürlüğümüzün peşine düştük. 10 yıldır sansürlenen hayatımızı eski rengine kavuşturmak için toplandık. Birbirimizi ötekileştirmeden bir araya gelip, gerçekten bir olduk. 31 Mayıs'tan itibaren yaşadıklarımızı kelimelere dökmek o kadar zor ki. Bu hepimizin ilk kez yaşadığı bir tecrübeydi. Çok şey yazılıyor, her gün onlarca yazı okuyoruz ama toplumsal hafızamız çok zayıf olduğu için ne kadar yazılırsa o kadar iyi olur diyerek, ben de kendi arşivim için, unutmamak için bazı alt başlıklar halinde yazmak istiyorum. 

Polis - Biber gazı - Yaralanma - Ölü

Polisin müdahalesine rağmen hiç birimiz Gezi'ye gitmeye kalkışırken korkmadık. Bir ara "Çok öndeyiz galiba" desek de, geri çekilmedik hiç. Hatta gazın geldiğini hissettiğimizde aramızdan biri "Gitmeyin arkadaşlar, geri çekilmeyin. Direnin!" diyerek bize güç vermişti. Gaz yiyeceğimizi bile bile Taksim'e yürüdük. "Biber gazı ilk başta etkiliyor ama üçüncüsünde alışıyorsun" diyorlardı. Deniz gözlüğü, maske, Talcid'li su çantalarımızın ayrılmaz parçası oldu. O gazı tatmasak utanacak hale geldik. Sonra da alıştık zaten, nasıl müdahale edeceğimizi de ilk gazdan sonra öğrendik. Bu arada polisin orantısız sevgisi giderek daha da büyüyor, bizim de sabrımız sınanıyordu.

Biber gazının yanı sıra portakal gazı kullanıldığı söylentileri yayılıyor, artık ne soluduğumuzu da bilmiyorduk. Bu 12 günde yaralıların sayısı artık sayılamayacak duruma geldi. Son durum 4 binin üzerinde yaralı ve maalesef 2 ölü. Gizlenen kask numaraları, sökülen Mobese kameraları sayesinde bunlar unutulacak sanılmasın. Zamanı gelecek ve bunların hepsinin hesabı sorulacak. İnanıyorum, inanmak istiyorum. 

Flamasız Gezi

İlk baştaki gibi direnişimize en barışçıl şekilde devam etmek istiyor ama aradaki provokatörleri engellemekte zorlanıyorduk. 1 Haziran Cumartesi günü, bundan tam bir hafta önce CHP mitingini iptal ettiğinde bütün otobüsler Beşiktaş'a gelmişti. Biz Beşiktaş'tan yürümeye başladığımızda aramıza katılan gruplara "Bayraklarınızı indirin! Biz burada hiçbir partiyi desteklemiyoruz!" diye bağırmıştık. Hatta ben bizzat CHP'li hanımlardan birine bayraklarını otobüste bırakmalarını rica etmiş ve bu direnişin hiçbir partiyle ilgisi olmadığını anlatmaya çalışmıştım. 

Şimdi düşününce bir haftada neler değiştiğini daha iyi anlıyorum. Bunlardan en önemlisi de, ortada hiçbir parti yokken, şimdi Taksim'de bir sürü derneğin ve partinin bu durumdan yararlanmaya çalıştığını görüyorum. Hiç biri muhalefet yapamazken, şimdi bundan pay çıkarmaya çalışmalarını çok aciz buluyorum. Misal BDP, Kürt meselesinin gündem düştüğünü hissedince hemen "Biz de olaya dalalım, provoke edelim" durumunda. Onun dışında da Türkiye'de şu an var olan bütün partiler eskimiş sloganları, her şeyden de öte eski siyaset yöntemleriyle davranıyorlar. Bu direniş elbette ki sonsuza kadar böyle sürmeyecek, demokratik bir sürecin işlemesi gerek, bu süre içerisinde belki yeni bir parti ortaya çıkar. Can Dündar'ın bu yazısını okuyunca "Neden olmasın?" dedim. Şu anki siyasetçiler bizim artık değişim istediğimizi ve bunlardan sıkıldığımızı anlamıyorlar. İşte bu yüzden, yeni bir oluşum olana kadar, şu anda Gezi Parkı'nı flamalarla dolduran herkes o bayraklarını geri alsın istiyoruz, flamasız Gezi'yi geri istiyoruz.




Medya

Başından beri olayın saklanmaya çalıştığını geçtim, Recep Tayyip Erdoğan'ın havalimanındaki konuşmasından sonra yedi gazetenin aynı başlıkla çıkması sevgili medyamız hakkında her şeyi anlatıyor zaten. Ülkede en özgür olması gereken kurumun bu halde olması, maalesef acınası bir durum. Bu yüzden Twitter ve Facebook'tan CNN'e, BBC'ye, Guardian'a, Al Jazeera'ye yazarak destek istedik. Bizim medyamız görmüyorsa, onlar yazar dedik ve yazdılar da. Henüz birilerinin eli oraya uzanamıyor çok şükür.

Ana akım medya bütün bu olaylar olduğunda susarken, daha önce muhtemelen hiç birimizin varlığından dahi haberdar olmadığı Halk TV çıktı ortaya. Taksim'den, Beşiktaş'tan canlı yayın yaparak bütün olayları göz önüne serdiler. Başbakan'ın baş belası dediği Twitter da hayatımızı kurtardı. Taksim civarında 3G erişimimiz jammer'lar tarafından kısıtlansa da, ilk haberleri ilk oradan aldık, almaya da devam ediyoruz. 



NTV ve CNN Türk protestolar yüzünden daha sonra polis şiddetini göstermeye başlasa da, hala güvenilir olmadıklarını hepimiz biliyoruz. Bu olaylar olurken susan kanallar, başbakanın Tunus'tan döndüğü akşam saatlerce canlı yayın yaptı mesela. Havalimanına belediyelerin SMS'leriyle toplanan yandaşların sayısı da inanılmaz bir şekilde abartıldı. 

Oysa benim hayalini kurduğum medyada mizah var. Youtube'da Olacak O Kadar'ın 90'lardaki videolarına baktığımda "Vay be, bunlar TV'de yayınlanıyormuş" diye hayret ediyorum. Aslında tam da olması gereken bu değil mi? Siyasetçiler hakkında parodiler olsun, karikatürler çizilsin, talk show yapanlar hafif ucundan dokundursun. Onlar da bizim gibi bunlara gülüp geçsinler, biraz rahat olsunlar. Değer mi bu kadar gerim gerim gerilmeye? "Biraz gevşeyin yahu" diyesim geliyor çoğu zaman. 

Gazetecinin yazarken "Patron ne der?", "Bu konuyu yazarsam beni Twitter'da linç ederler", "İşten çıkarılmasam bari" diye düşünmesini istemiyorum. Birilerine yaranarak yazmasını hiç istemiyorum. 


Gezi'deki son durum

Direnişin 12. gününde, Taksim son zamanlardaki en büyük, en coşkulu kalabalığı gördü. İzmir'de de aynı durum gözlenirken, diğer şehirlerde hala tam olarak neler döndüğünü bilmiyoruz. Oradaki insanlar güvende mi? Bu sorunun cevabını yine Twitter'da bulmaya çalışıyoruz. Onlar orada direnirken, buradaki gevşeme halinden de biraz utanıyorum açıkçası. Gezi'ye baktığımda oradaki durumun amacından biraz saptığını ve bazı insanların eğlence için orada olduğunu gözlemliyorum. Sırf bu yüzden iki gündür gidesim de gelmiyor. Henüz elimize hiçbir şey geçmemişken, başbakan hala oraya kışla yapılacak derken, iki arkadaşımız ölmüşken, eğlenmek için daha önümüzde çok zaman olduğunu düşünüyorum. Direniş için direnelim diyorum. 


Ne istiyoruz?

Gezi'deki ağaçlar 31 Mayıs'tan itibaren bu direnişin sembolü, özgürlük çığlığımızın sesi oldular. Durumun bir ağaçtan çok fazlası olduğunu hepimiz biliyoruz.
Peki ne istiyoruz?
- Bizi dinleyen hükümet
- Kendilerine oy vermeyen vatandaşlarının isteklerini de dikkate alan bir hükümet
- Özgür basın
- Bizi koruyan polis
- Kaç çocuk yapacağımıza karışmayan başbakan (Gerçi bu olaylardan sonra çoğumuzun 3-5 çocuk yapası geldi, yalan değil)
- Özgür yargı
- Hoşgörü
- Farklılıkları hor görmemek, ötekileştirmemek
- Üst perdeden konuşmayan bir başbakan - Babamız bile bizi böyle azarlamıyorken başbakanın azarlaması çok koyuyor(!)
- Sinemalarımızı, parklarımızı, sokaklardan çekilen masalarımızı, müzik festivallerindeki 24 yaş sınırının kalkmasını. 

Cihangir - Peace boy


Kısaca; özgürlük, barış ve hoşgörü istiyoruz. Bunları elde edene kadar ne olur rehavete kapılmayalım, haklarımızın peşinden gidelim ve onurlu direnişimizi sürdürelim.

Okuyan herkese çok sevgiler.


*Bu arada günlerdir birinin "Big Mouth Strikes Again"i kullanarak bir şey yapmasını bekledim ama kimse yapmayınca iş başa düştü. Morrissey'e sevgilerimi iletirken, ondan neden ses çıkmadığını da merak ediyorum. Bilenler haber versin, fax falan gönderelim kendisine, malum Twitter'ı yok.

13.5.13

Hand In Glove münasebetiyle The Smiths için 2:58'lik saygı duruşu



15 yaşındayken There Is A Light That Never Goes Out'u ilk dinlediğim an, müziğe karşı bakış açım ve hislerim tamamen değişmişti. The Smiths hakkında pek bir şey bilmiyordum ama o şarkıdan sonra onlarla ilgili ne varsa dinlemeye ve okumaya başladım. Doğduğum sene yayınlanan The Queen Is Dead'in beni o kadar etkileyeceğini nereden bilebilirdim? Birkaç sene öncesine kadar Backstreet Boys ve türevlerini dinlerken, birden Moz'un beni kalbimden vuran sesiyle tanışmak ve şiirsel sözlerinde kaybolmak daha önce tattığım hiçbir şeye benzemiyordu. Moz'un kızgın, kırgın, öfkeli şarkıları, ergenlik dönemimin soundtrack'i gibi olmuştu. En iyi arkadaş grubum, tabii ki bana, benim duygularımı anlatan Morrissey, muhteşem gitarıyla eşlik eden Marr, Joyce ve Rourke olmuştu.

O yaştan sonra, hayatımın her döneminde The Smiths şarkılarını ayrı bir duyguyla dinledim. Hani küçükken bir klasiği okur seversiniz ama 10 sene sonra okuduğunuzda tamamen başka şeyler görürsünüz ya, işte benim için The Smiths şarkıları da böyle. Öyle zamansız, öyle kusursuzlar ki... 12 sene önce bu şarkıları ilk duyduğumda, içimdeki isyanın dışa yansımasını hissediyordum. Ergenliğin yaşattığı duygularla birlik olmuştu o şarkılar. Şimdi o halimden eser yok ama hayat her zaman güzel değil. Hatta bazen hiç değil. "Keşke uyusam ve aylar sonra uyansam" dediğim zamanlar da oluyor, işte o zaman yine açıyorum The Smiths'i. Bazen o şarkılar sayesine güç buluyorum, bazen sadece sakinleşip dinliyor ve uyuyorum. Unutmak istediklerim uyanınca geçmese de, en azından benim gibi hisseden birileri olduğunu biliyorum. 

Bundan tam 30 sene önce, 13 Mayıs 1983'te ilk single'ları Hand In Glove'u yayınlayan The Smiths sadece beş sene bir arada olsa da, yarattıkları müzik bir ömre bedel. Evet ben "The Smiths, dünyanın gelmiş geçmiş en iyi grubu" diyenlerdenim. Ölene dek onlardan iyi bir grup çıkar mı bilmiyorum ama onların değil 30, dünya durdukça dinleneceklerini biliyorum. 


İyi ki doğdun Hand In Glove, iyi ki hayatımızdan geçtin The Smiths.



10.4.13

James Blake - Overgrown



Havalar da ısındı ya şimdi, balkon mevsimi geldi. Ben Moda'da bir ev hayali kurarken, fonda James Blake çalıyor hep. O evde James Blake'in plağını koysam, öyle uykuya dalsam diyorum.

O güzel yaz hayalini bir kenara bırakıyorum, albüm çıkalı iki gün oldu ama henüz tamamını dinleyemedim. Güzel bir gecede kendisine zaman ayıracağım. O zamana kadar da Overgrown'un yepyeni videosunu izleyeceğim. Siz de izleyin bence, Nabil yönetmiş.


22.3.13

Vodafone Istanbul Calling'e gelecek isimler




Geçtiğimiz günlerde Pozitif'ten gelen Vodafone Istanbul Calling festival haberiyle heyecanlanmış ve gelecek isimleri merakla beklemeye başlamıştım. Bu sabah İnönü Stadyumu'nda yapılan basın toplantısına gidemedim ama isimler ışık hızıyla Twitter'da yayıldı bile. Açıklanan isimler arasından The National ve Sigur Ros'la havalara uçtum ama gelecek diğer isimler de hayranlarını çok sevindirecektir. 30 Sec to Mars, Iron Maiden, Tiesto, Prodigy, Kesha, Snoop Dog, Basement Jaxx ve Placebo Vodafone Istanbul Calling kapsamında İstanbul'a gelecek diğer isimler.

İki gün önceki Belle and Sebastian haberine deli gibi sevinmişken, Blur'un One Love'a geleceğini düşünürken bu konser haberleri birden çok gelmeye başladı. Paralarınızı toplamaya başlayın, bu yaz konserlerdeyiz.

Tarihler:

Rihanna - 30 Mayıs 2013 / BJK İnönü Stadyumu
Tiesto - 7 Haziran 2013 / BJK İnönü Stadyumu
The National - 23 Haziran 2013 / Parkorman
Thirty Seconds To Mars - 30 Haziran 2013 / Parkorman
Sigur Ros - 2 Temmuz 2013 / Parkorman
Snoop Dog, Cee Lo Green, Nas - 4 Temmuz 2013 / BJK İnönü Stadyumu
Kesha - 21 Temmuz 2013 / Parkorman
Iron Maiden - 26 Temmuz 2013 / BJK İnönü Stadyumu
Prodigy, Basement Jaxx, Jaguar Skills - 29 Temmuz 2013 / BJK İnönü Stadyumu

Detaylı bilgi: http://istanbulcalling.com/tr/

19.3.13

The Strokes - Comedown Machine



Vampire Weekend'in geri dönüşüne çılgınlar gibi sevinirken (şarkılar o kadar güzel ki, gerçekten albüm için çok heyecanlanıyorum) bir sevinç dalgasına daha kapıldım. The Strokes'un şuradaki linkten dinlenebilen yeni albümü Comedown Machine, Tap Out'la öyle gösterişli bi giriş yapıyor ki "Bir dakika, kendimi buna hazırlamalıyım" dedim. Bir anda iki güzel haber bana çok geldi. Yarınki playlistim belli, Tap Out'la başlar "Call It Fate, Call It Karma"yla bitirir ve başa dönerim. Size de tavsiye ederim.

*Albümün çıkış tarihi 26 Mart 2013.

Şarkı listesi

1- Tap Out
2- All the Time
3- One Way Trigger
4- Welcome to Japan
5- 80's Comedown Machine
6- 50/50
7- Slow Animals
8- Partners in Crime
9- Chances
10- Happy Endings
11- Call it Fate, Call it Karma

18.3.13

Vampire Weekend'in dönüşü



Vampire Weekend'in Horchata'sı bana hep San Diego'yu hatırlatır. Ezra Koenig'nin tatlı mı tatlı sesini dinlemelere doyamam. İkinci albüm Contra 2010'da yayınlanmasına rağmen, çok uzun yıllar geçmiş gibi hissediyordum ve tam da "E hadi nerde kaldınız?" dediğim(iz) anda, sesimi(zi) duyup geldiler. Hem de "Oh be" dedirten iki güzel şarkıyla. Bugünlerdeki iki takıntım belli oldu, buyrun sizde takılın, dilinize dolamaktan çekinmeyin.

*Üçüncü albüm "Modern Vampires of the City"nin çıkış tarihi 6 Mayıs 2013.






18.2.13

Primal Scream - 2013



Primal Scream'i bu sabah BBC 6'de kaçırdım ama az önce yayınlanan videoyu hemen izledim.
Şarkıyı çok ama çok sevdim. 11 Mayıs'ta yayınlanacak albümün tamamını dinlemek için sabırsızlanıyorum!

Yeni şarkıyı nasıl buldunuz?

15.2.13

Karanlığın içinden süzülen yıldız

www.instagram.com/manolyafikri


Küçükken okuduğunuz kitapları "büyüyünce" tekrar okuduğunuzda bambaşka anlamlar çıkarır ve apayrı şeyler hissedersiniz ya, yıllar içinde Interpol'un müziği de bende öyle bir etki bıraktı. Onları ilk dinlediğim yıllarda o yaşların karmaşasını taşıyordum içimde. 20'li yaşların ortasındaysa çok farklı bir yerden bakıyor bana Interpol. Turn On The Bright Lights'ı ilk dinlediğimde lise sona geçmiştim sanırım. Carlos Dengler'in muhteşem bas riffleri, Daniel Kessler'in ortaya çıkardığı melodiler, Sam Fogarino'nun davuldaki şahane performansı, Paul Banks'in kimselere benzetemediğim kusursuz sesi ve her dinlediğimde anlamlandırmaya çalıştığım bulmaca gibi sözleri beni derinden etkilemişti. Gözlerimi kapatıp Paul Banks'i duyduğumda, derinden gelen sesini aslında çok yakınımda hissediyordum. Sanki gözlerimi kapatıp açtığımda karşımda onu bulacakmış gibiydim. Müzikal anlamda The Smiths'den sonra beni en derinden etkileyen grup olmuştu Interpol. Ve tabii Paul Banks de en sevdiğim vokaller arasındaki değişilmez yerini hep korudu.

2009'da Julien Plenti adıyla ilk solo albümünü çıkaran Paul Banks'i, o zamanlar Interpol'den ayrı bir yerde konumlandıramamıştım. Onu gruptan ayrı görmek bana tuhaf gelmişti. Şarkılarını sevmiş miyim? Evet tabii ki. Hatta o albümden "Fly As You Might" beni en derinden etkileyen şarkılardan biri olmuştur. Onun büyüleyici sesini dinleyip de sevmemek mümkün değildi. Ama bir şeyler eksikti sanki. Geçtiğimiz sene kendi ismiyle yayınladığı "Banks"te durum değişti. "Interpol ve Julien Plenti gömleklerimi çıkarıp kenara koydum, olduğum gibi burdayım" dercesine, kendine has tavrıyla ortaya çıktı. Interpol'den ayrı durmaya çalışmayan ama farklı bir şeyler yapmaya çalıştığını kanıtlayan Banks'i bağrıma bastım.

Interpol'un sesi olduğundan, yaptığının farklı bir şey olduğunu insanlara kabul ettirmesi zor olsa gerek. Albümü dinlediğimde ayrımı hissetsem de, Babylon'da onu dinlediğimde Paul Banks'in en yalın haliyle karşımızda olduğunu anladım. Karanlığın içinden sahneye süzüldüğünde tıpkı etrafından yayılan ışıklar gibi, karşı konulamaz etkisi beni sardı. Şarkılara içimden eşlik ediyor, neredeyse hiç hareket etmiyor ve büyülenmişçesine sahneye odaklanıp kendimi Banks'in sesine teslim ediyordum. Gözlerim Interpol'un diğer üyelerini aramıyordu. Klavye-arka vokal-bass'ta Brandon Curtis, gitarda Damien Paris ve davulda Charles Burst hem harika çalıyor hem de Paul Banks'le iyi bir iletişim yakalamış gibi görünüyorlardı. Onun sesi içime işlerken orada olduğum için çok mutlu olduğumu hissettim. Banks ve Julien Plenti Is... Skyscraper'daki şarkılyarı canlı dinlemek, 2011'deki Interpol konserine gidemediğim için hala çok üzülsem de Paul Banks'i dünya gözüyle görmek benim için büyük anlam taşıyordu. Hele ki, seyircinin bazı şarkılara eşlik ederken Paul Banks'in yüzündeki gülümsemeyi görmek paha biçilemezdi.

Dünya gözüyle görmek derken, konser sonrasında Kontra Plak'ın Twitter hesabında gördüğüm tweet o olayın daha da yakından gerçekleşmesine olanak sağladı. "Sürpriz !!! Bugün ve yarın @babylonistanbul'da sahne alacak olan Paul Banks yarın 14-15 arası @kontrarecords'da! Sohbet, imza, vesaire.." diye yazıyordu. Bu ancak bir hayalin gerçekleşmesi olurdu ve oldu da. Önce "İşten izin alabilir miyim?" diye düşünsem de, çok anlayışlı ve şeker gibi bir patrona sahip olduğum için o düşünce hemencecik geçti. Bu sefer de sorumluluk sahibi tarafım "Bu kadar iş varken nereye gidiyorsun?" dedi ama orada da Deniz imdadıma yetişti. "Ben daha önce böyle bir durumda gitmediğim için pişman olmuş biri olarak gitmeni öneriyorum" dediğinde hazırlanıp çıktım. Karnımda yüzlerce kelebeğin ağrısıyla Kontra Plak'ın yolunu tuttum. Oraya vardığımda imza olayı bitmiş, NTV için çekim yapılıyordu. İmza olayının bittiğini bile anlamamıştım ve orada bekliyordum, birden "İmza almayan var mı?" denildiğini duyunca heyecanla Paul Banks'in yanına yaklaştım. Elini sıkıp imza için gelmediğimi sadece konserin beni çok etkilediğini, albümü çok sevdiğimi ve bir röportajına istinaden kritiklerin dediğinin önemsiz olduğunu, bunu dün gece bir kez daha anladığımı ve harika bir iş çıkardığını söyledim. Niyetim "Çok iyisin, çok da güzelsin" tadında bir konuşma yapmak değildi tabii ki, gayet içten hissettiklerimi söyledim sadece. Sonra da gerçekten çok tatlı gülümsediği bir fotoğrafa sahip oldum. İmzaya önem vermeyen biri olarak bu fotoğraf benim için çok değerli oldu.


Ne de tatlı gülümsemiş, değil mi?
Fotoğraf: Şehnaz Aygül


Bu arada Kontra'da toplasan 15 kişinin olmasına aşırı şaşırdığımı belirtmeden edemeyeceğim. Babylon'un Twitter hesabından da duyuru yapılmasına rağmen (çalışanları tenzih ediyorum tabii ki) o kadar az insanın gelmesi tuhafıma gitti. Bir de, her konser sonrası dile getiriyorum ama İstanbul'da normal saatlerde konser izleyeceğimiz günleri merakla beklediğimi bir kez daha dile getirmek istiyorum. Tamam, burada Avrupa'daki gibi gerçekten müziğe odaklanan insan sayısı çok değil, "ortam olsun" diye gelenler de çok fazla ama hafta içi eve 1'de dönmek de hiç hoş değil. Buna alışmış - alıştırılmış- insanlar pek ses çıkarmıyor ama Amerika ve Avrupa'da bu yapılabiliyorsa "Bizde neden olmasın?" diyorum. (Konser boyunca durmadan konuşan insanlaraysa ne desem az, geçiyorum) Kısa bir not da Paul Banks öncesi izlediğimiz The Away Days'le ilgili. Grubu üçüncü izleyişimdi ve bu en beğendiğim performansları oldu. SXSW'ya katılacak olmaları da cidden çok sevindirici bir haber. Umarım o festival önlerinde çok çok daha güzel kapılar açar.

Konseri hipnotize olmuş izlerken telefonu yan çevirmek bile aklıma gelmemiş, çektiğim iki videoyu da sadece telefonumda kaybolmasın diye yükledim Youtube'a ama siz de dinlemek isterseniz (çünkü görüntülerde bakacak bir şey yok pek :) ) aşağıya ekliyorum videoları. Eylül ayında konser haberini aldığımdaki heyecanın kat kat fazlasını yaşatan Babylon ve Kontra Plak'a çok teşekkürler.

I feel young again, thanks a lot.






11.2.13

Seni yerim Adele

Siz de kimi zaman onun yanaklarını böyle sıkmak istemiyor musunuz? Yanaktan makas olayı hiç hoşuma gitmez ama böyle iki yanından tutup "Ay canım ne tatlı şeysin sen öyle!" diyesim geliyor Adele'i görünce. Dave Grohl da aynı şeyleri hissetmiş olacak ki, dün akşamki Grammy'lerde bizim yerimize o görevi yerine getirmiş.


Günün fotoğrafı


1.2.13

1, 2, 3 deneme... Vampire Weekend



Vampire Weekend bize sinyal yolladı! 
Tumblr hesabından yayınladıkları bu gif bize bir şey anlatmaya çalışıyor ama ne?
Belki de üçüncü albümlerinin ismi saklıdır burada?

31.1.13

Iron and Wine - Lovers' Revolution


Iron & Wine'ın 16 Nisan'da yayınlanacak Ghost on Ghost albümünden ilk şarkı yayınlandı.
Lovers' Revolution'a göre bir değerlendirme yapmak gerekirse, Sam Beam jazz'a doğru kaymış gibi görünüyor diyebiliriz.

İkinci br şarkıya kadar, şarkı isimlerine bakıp tahminlerde bulunalım mı?

1. “Caught in the Briars”
2. “The Desert Babbler”
3. “Joy”
4. “Low Light Buddy of Mine”
5. “Graces for Saints and Ramblers”
6. “Grass Windows”
7. “Singers and the Endless Song”
8. “Sundown (Back in the Briars)”
9. “Winter Prayers”
10. “New Mexico’s No Breeze”
11. “Lovers’ Revolution”
12. “Baby Center Stage”

 

10.1.13

2013'te çıkacak albümler



Yıl sonunda iyi bir arşive sahip olmak için, unutmamak için, Facebook sayfamda "2013'te çıkacak albümler" diye bir galeri oluşturdum. Haber aldıkça yenileri ekleyeceğim. İsterseniz siz de albüme ekleme yapabilirsiniz. Aklınızda olsun diye linki de vereyim, buyrunuz: www.facebook.com/octopusmind


9.1.13

Morrissey - Action Is My Middle Name



Morrissey, ertelediği Amerika turnesine devam ediyor. Konserlerden önce dün akşam, kendisini tekrar hatırlatmak için David Letterman'ın konuğu oldu. Yaklaşık bir sene önce BBC Radio'da duyduğumuz ve ara sıra konserlerinde de söylediği "Action Is My Middle Name"i seslendirdi. Onun yeni canlı performansları heyecan veriyor ama keşke David Bowie'nin güzel albüm haberi gibi bir gün ondan da yeni bir albüm haberi alsak... Keşke.



Biting my initials into your neck
You are my possession, you don't realise yet

Am I moving too fast for you?
Am I beginning to confuse you?

Action is my middle name
I can't waste time any more
Everybody has a date with an undertaker
A date that they cannot break

Tongue against tongue and we've only just begun
Could I interest you in hours of fun?

Am I moving too fast for you?
Am I beginning to confuse you?

Action is my middle name
I can't waste time any more
Everybody has a date with an undertaker
A date that they cannot break

Am I moving too fast?
Am I moving too fast?
Am I moving too fast for you?

Action is my middle name
I can't waste time any more
Everybody has a date with an undertaker
A date that they cannot break

Action is my middle name
I can't waste time any more

8.1.13

8 Ocak hediyesi

İnsan kendi doğum gününde başkalarına hediye verir mi? Söz konusu David Bowie olunca, oluyormuş.  Bugün 66 yaşına basan Bowie, en güzel hediyeyi uzun zamandır beklediği hayranlarına verdi. "Where are we now?" dedi. Sahi, sen nerelerdeydin Bowie?

Bugün ELLE.com.tr'de Bowie'yle ilgili yazarken, aslında onunla ilgili anlatacak çok fazla şey olduğunu düşündüm. Şunu da yazsam, bunu da yazsam derken sitenin formatından uzaklaşacaktım, o yüzden kısa tuttum. bknz. İyi ki doğdun David Bowie!

David Bowie'nin oynadığı ilk filmlerden "The Man Who Fell To Earth"'ün
sahnelerinden oluşturulan bir kolaj.


Müzik hayatımdaki en önemli şeylerden biri olsa da, Bowie'yle tanışmam onun egzantrik fotoğrafları sayesinde oldu. Ziggy Stardust'ı gördüğümde "Bu kim? Bu giydiklerini nereden bulmuş? Hem de 70'lerde!" diye şaşırdığımı hatırlıyorum. O zaman ne Lady Gaga var piyasada ne Madonna. Üstelik androjen yapısıyla bir kadın kıyafetini de gayet başarılı bir şekilde taşıyordu. Sonra diğer fotoğraflarına da baktığımda, adamın sadece 70'lerde onlarca farklı karaktere büründüğünü gördüm. Kıyafetler onu değil, o kıyafetleri giyiyor ve bir şekilde içindeki yaratıcılığı müziği haricinde dış görünüşüne de yansıtıyordu. Zamanına göre ne kadar da ileri görüşlü ve her şeyden öte, cesur bir insan olduğunu kanıtlıyordu her seferinde.

O yıllarda fark edilmese de, Bowie'nin teatral kostümleri sonraki yıllarda moda tasarımcılarının ve stylist'lerin ilham kaynağı haline geldi. Thin White Duke, Ziggy Stardust, Aladdin Sane gibi Bowie'nin farklı kişiliklerinden esinlenerek moda dergilerinde sayfalarca editöryaller, kapaklar yapıldı ve hala da yapılmaya devam ediliyor. Bir de şimdi göklere çıkarılan Lady Gaga'dan yıllar yıllar önce, cinsiyet ayrımını ortadan kaldıran isim o olmuştu. Sonradan "Hayatımda yaptığım en saçma açıklamaydı" dese de, biseksüel olduğunu açıklaması da, yaşadığı dönem açısından çok önemliydi.

David Bowie kılığında Kate Moss.
Solda Vogue Paris Aralık 2011, sağda British Vogue Mayıs 2003.


Peki onu özel kılan sadece giydiği şeyler miydi? Glam rock'tan hard rock'a koşan, elektronik müziği bile deneyen ama bunları yaparken hep kendi stiliyle yapan bir insan olduğu için özel. Yıllar geçmesine rağmen aradaki mesafeyi koruyan ve sanatın her dalında (oyunculuk haricinde, bir ara müziği bırakıp sadece resim yapmak istediği söylemişti) yaptığı her işle başarılı olan bir insan olduğu için özel. Bir de bazı sözleri var ki, dünyanın en büyük starlarından biri olmasına rağmen, bunu söylediği için özel.

"I'm always amazed that people take what I say seriously. I don't even take what I am seriously."



4.1.13

Hurts - Miracle



Miles Kane'den sonra, bugün yeni bir şarkı da Hurts'ten geldi. BBC Radio 1'da görücüye çıkarttıkları yeni şarkıları "Miracle", yaklaşan albüm "Excile"ın habercisi. Hurts'ün en büyük özelliği gerçekten ilk dinleyişten itibaren akılda kalıcı şarkılara sahip olmaları. Miracle da bunlardan biri. Mart ayında çıkacak albümde neler olduğunu merakla bekliyorum.


 

3.1.13

Miles Kane - Give Up



Miles Kane'den yeni şarkı "Give Up". Sanırım Kane, hızlı bir dönüş yapacak.



2.1.13

2012'nin en iyi albümleri

Hani bazen insanlar "20.. benim senem olacak" türünden şeyler söylerler ya, 2012 benim için kendimi "çok şanslı hissettiğim" bir yıl olarak geçti. Kariyerimdeki süper gelişmeler, etrafımdaki güzel insanlar, yeni yerler, ailemdeki insanların sağlığı ve sevdiğim şeyleri yapmak böyle hissetmeme sebep oldu. Bütün bunlar olurken, bu kez işim nedeniyle bloga zaman ayıramamak beni üzdü ama bu bir yıl içerisinde bir şey dinlemediğim anlamına da gelmiyor :) Müzik anlamında her şeyden önce, hayatımın en güzel anlarını Morrissey konserinde yaşadım. Unutulmayacak konserlerimin arasında bir numarada kendisi :)

Dördüncü kez yaptığım "-bence- yılın en iyileri" listesinde bu kez, biraz da kısıtlı zaman yüzünden ilk beş hakkında birkaç cümle yazıp, diğerlerini listeliyorum. Bir de Youtube ya da Soundcloud linki vermektense bu kez her albümden bir şarkı seçip Grooveshark'da liste haline getirdim, yazının hemen altında :)

Çok geç kalmama rağmen, bu listeyi hazırlamadan önce özellikle blogların ve sitelerin listelerine bakmadım. O sırada ben de bizim web sitesi için yıl sonu listeleri hazırlığındaydım bknz. 2012'nin enleri (via ELLE). Diğerlerinde neler olduğunu ve yıl içinde neler kaçırdığımı da merak ediyorum bir yandan. Peki sizin 2012'de en sevdiğiniz albümler hangileri oldu?


2012'nin en iyi albümleri by Manolya Fikri on Grooveshark


50. Choir of Young Believers - Rhine Gold








49. First Aid Kit - The Lion's Roar








48. Niki & The Dove - Instinct








47. The Cribs In The Belly of the Brazen Bull








46. Grimes - Visions








45. Animal Collective - Centipede Hz.








44. Gossip - A Joyful Noise








43. Marina & The Diamonds - Electra Heart








42. Lana Del Rey - Born To Die








41. Ty Segall - Twins








40. Echo Lake - Wild Peace








39. Hot Chip - In Our Heads








38. DIIV - Oshin








37. Jake Bugg - Jake Bugg








36. Bat For Lashes - The Haunted Man








35. Spector - Enjoy It While It Lasts








34. Sharon Van Etten - Tramp








33. Norah Jones - Little Broken Hearts








32. The Avett Brothers - The Carpenter








31. Best Coast - The Only Place








30. The Shins - Port of Morrow








29. Wild Nothing - Nocturne








28. Chromatics - Kill for Love








27. Tennis - Young & Old








26. Madness - Oui Oui, Si Si, Ja Ja, Da Da








25. Two Door Cinema Club - Beacon








24. Cat Power - Sun








23. Lemonade - Diver








22. Bloc Party - Four








21. The Walkmen - Heaven








20. Twin Shadow - Confess








19. Perfume Genius - Put Your Back N 2 It








18. Ellie Goulding - Halycon








17. Passion Pit - Gossamer








16. Jessie Ware - Devotion








15. Tanlines - Mixed Emotions








14. M.Ward - A Wasteland Companion








13. Frank Ocean - Channel Orange








12. The Killers - Battle Born








11. Miike Snow - Happy To You








10. Eugene McGuinness - The Invitation to The Voyage








9. Beach House - Bloom








8. Grizzly Bear - Shields








7. Mumford & Sons - Babel








6. Paul Banks - Banks








5. The Twilight Sad - No One Can Ever Know














Grubun müziğini "acının tutkulu hali" diye tanımlayabiliriz belki de. James Graham'ı canlı dinlediğim için şanslı hissediyorum kendimi.

4. Jack White - Blunderbuss














Şu hayatta en üzüldüğüm şeylerden biri The White Stripes'ın dağılması olsa da, bir şekilde hala Jack White'ı dinleyebildiğimiz için mutlu hissediyorum. Müzik dünyasının dahilerinden olan White'ın ilk solo albümü yine melodik riff'lerin dibine kadar hissedildiği ve Jack White'ın ilişkiler hakkında bağırıp çağırdığı şahane bir albüm.

3. The xx - Coexist














İlk albümlerinde yakaladıkları minimal stille beni kalbimden vuran The xx, yine muhteşem ikili vokaller, az enstruman çok duyguyla yoluna devam ediyor. Hep de bunu yapmaya devam etsinler.

2. The Maccabees - Given to the Wild














2011'in sonlarında iyi ki canlı izledik dediğim gruplardan The Maccabees, yılın ilk günlerinde çıkardığı albümle, farklı bir yöne giren sound'larıyla beni hem şaşırttı hem de kendilerine hayran bıraktı.

1. The Vaccines - Come of Age














The Vaccines, ikinci albümü Come of Age'i yayınladığında, ben daha ilk albüme doyamamıştım bile. İki yıldır bir arada çalan yepyeni bir grup için iki seneye iki şahane albüm sığdırmak kolay iş değil. Kolayca dile takılan, ritmi hiç düşmeyen ve grubun ileride klasik haline gelebilecek şarkılarına sahip bir albüm Come of Age.